Friday, July 13, 2007

AŞK İBADETİNİ BİLMEYENE BAYRAM BAĞIŞLAMAZ......

Aşkın ibadetini bilmeyene ayram bağışlanmaz


Saat 14.30 telefonum çalıyor.

Arayan tüm zamanlarda tanıdığım en aşık , en derinden ,en sabırlı kara sevdanın dehlizlerine düşmüş tek erkek.Aslında beni en etkileyen yanı daha doğrusu derinden sarsan desem ...



Bu zamanda, zamane çoçuğunun eski masum ve derin aşkları yaşaması , o aşk da tutuklu kalması tüm o olanaklarına ve alternetiflerine rağmen sadık kalması bu sevdaya...Tabii bir kadına aşık bir adamın , bir kadın gibi sevmesi inanılmazdı benim Için...Onun aşk acısı çekmesi , karşılık bulamaması ,reddilmesi ama pes etmemesi acıları , gizlediği gözyaşları aslında her kadının biraz Içinde kendisini bulacağı bir şeydi bence bulurduda biraz onun Içine bakabilseydi..

Telefonda gene nerde benim yazım diyen sesi...aslında tabiiki bunları bu şekilde söylmeyen doğal komik arkadaşım aylardır bir yazı bekliyor benden .Geçen sene onunla ilgili bir yazı yazmaya başlamıştım.Yarım kaldı sonra tamamlayacağım diye söz verdim olmadı..

Onunla ilgili başka bir yazı yazdım ,onu anlatan ; ne kadar yakışıklı, kadınların beğeneceği ağzı laf yapan korkunç espirili salon erkeği kıvamında elinde purosu,konyağı kulağında jazz melodileri tres tres janti şık giyimiyle eriyeceğiniz KÜÇÜK PRENSİMİZi anlatan ama ondan önce bence onla ilgili bir değil hatta bir kaç sevda yazısı yazılmalı bence.Bu tarafını daha ilham verici ve dokunaklı aslında aşık olunabilir buluyorum ablası olarak ve nasıl olurda bir kadın böylesine bir Adam tarafından böylesine bir sevigiye aşık olmaz kayıtsız olabilir diye düşünüyorum?

Sana bir şarkı söylemek isterdim, "şekeri seviyorum" yazılı bir tişört giyip...



Oysa bu sabah bir sevdalıya ihtiyacım var. Göğsümün ortasına kanlı bir döğme yaptım; "acıyı seviyorum" yazıyor... Dün gece ve bu sabah yürekleri hafiflesin diye insanların, gidiyorum sevdiğim KADININ yüreğinden. Dizlerim titriyordu uzun zamandır. Kırdım ayak bileklerimi... Tanrı başka ERKEKLERE ortalama sevdalar hediye etti. Bize bu ortalama sevdaların mutsuz KADINLARINI sevmek düştü.



Kara, mutsuz bir ağaç ne bilsin bahar olmayı, çaputlarla bezenmeyi...



O ağacı sökmesinler diye kökünden, bulut olmaya karar verdim. Üstünde ağlayıp, yeşil dallar açtıracağım sandım. Oysa gücü yok sevdiğimin, çok korkuyor. Elleri terliyor...



Kıyamadım SANA miniğim...Bu sabah seni düşünerek uyandım, bu sabah sen benim geçtiğim sokaktan yıllar sonra yürürken benim yaşadıklarımı yaşama, olur mu?



Koca gözlerim ağlıyor.



Cemal Süreya'nın yürüdüğü bir Moda sokağında bir küçük prens ağıtlar yakıyor yani kendi dilinde... Ben acıyı sevmem biliyor musun? Mutlu olmayı çok isterdim... "Bırak kanatların olayım" demiştim, yüksekten korkuyormuş, ne bileyim... Ben anladım ki gerçekten sevmişsin küçük prens . Ama şimdi gitme vakti...



Annenin tahtı kızının bahtı olurmuş... Ben yine gidebilme ihtimali olan bir kadını sevdim...



"Kelebek oldum ben" demiştim. Bu sabah öldü kelebekler... Kurutup papatyalarla beraber, kirpiklerimin ucuna astım kelebeklerimi...



Bir kızım olursa adı belli artık...Kanatları olan, özgür bir çocuk olacak. Güzel resimler bekliyor bizi, güzel hikâyeler...



Canı sağolsun herkesin...



Bir türkü diyor ki:



"Her akşam aynı hüzün/ yol gözler iki gözüm/dış kapıda beklerim/ avcum içinde yüzüm... Sen gelmezsin bir türlü/nice dertleri çektim/ bu başka türlü...Yar sevmedim üstüne/bilmedim bana kastın ne/bu hayat senin diye/ beni üzdün niye/ unutamam seni yar Bu günün yarını var/beraber mutlu geçen günlerimiz var..."



Türküler söylendikçe, bir ana kızına sarıldıkça, yağmur yağdıkça mecnun olmaya gönüllüyüm. Bana bıraktığı kalbi avuç içlerimde. Allah'a avuç içimde bir kalp ile dua ediyorum artık... Bil ki bu küçük prens yürek yarası ile çok güzel yollara yürüyecek ve sen yanımda olacaksın hep...



Günaydın bu sabahımın küçük prensii...




Bir yıl önce olsaydı; beş, hatta on yıl önce bambaşka şeyler düşündürürdü arkadaşımın iç kanaması bana...



"Bırak gitsin, sevmek tek kişilik" derdim. "Aşk zaten hastalıklı bir hal" derdim. "Sen sevdikçe büyürsün, kadınlar hep daha cesur" derdim.



"Kimi sevdiğin önemli değil, önemli olan sevme becerin" derdim. Ama artık biliyorum ki, artık öğrendim ki "kimi sevdiğin" önemliymiş.



Uzun yolu göze alamayana kelebek olunmazmış küçüğüm. Nefesi yetmeyenle dipte hazine aranmazmış. Aşkın ibadetini bilmeyene bayram bağışlanmazmış... Sen de "bağışlama" artık, ne olur.Güzel midir bilmiyorum ama şu anda çekmekten mutlu olduğun o aşk acısı geçecek biliyorsun.



Ve bir yaz biz seninle Boğaz'dan geçen gemilere bakarken "gidenleri" sayacağız birer birer...



Ama gör şunu Allah aşkına; sen de sevilmek için geldin dünyaya, sevme hakkın buraya kadar, artık yeter!

Saturday, March 3, 2007

AVUTMUYOR

Avutmuyor
Ruhlara tad versede
Yeni şarkı, yeni şarap, yeni dost
Hatırlatır nice geçmiş baharı
Eski şarkı, eski şarap, eski dost
Teker teker...
Gerçi hepsi bir değer
Mühim olan
Uzuyorken gölgeler
Saadetir
Bulunursa beraber
Eski şarkı, eski şarap, eski dost
1957 Bahadır GÖDEK

BİR GENÇLİK İSTİYORUM

Bir gençlik istiyorum
Garp medeniyetini pipoların dumanında
Müspet ilmi Hollywood dilberlerinin
Hayatlarını tekkikte zannetmesin

Bir gençlik istiyorum
Yunusu bilmeden,Mevlanayı tanımadan
Ziya Gökalp in varlığından haberdar olmadan
Carl Max ın Kızıl Kitabını
Etüde kalkmasın

Erzurum barlarını en ince teferatuna kadar bilmeden
Ege zeybeğini çoşarak ve gözleri yaşararak oynamadan
GaziAntep dokuzlusunun yanına uğramadan
Sambanın figürleri karşısında
Baygınlık geçirmesin....

1955 Bahadır GÖDEK

3.

ÖZLEM

on beş gün oldu
tam on beşinci gün bu gün
seni göremiyorum
şu dört duvar arasında
elimde sigaram
sağımda yatağım
karşımda duvar
ortasında küçücük bir umut
ufacık bir aydınlık
el kadar bir pencere
sakın arkamı sorma
arkamdaki işte o
benim içimi karartan
özlemlerimi kabartan
sevgilerimi kamçılayan
işte o parmaklıklar ki
yüreğime kelepçe vuran
bu gün on beş gün oldu
gelmedin
geçen haftada
bu günde
dünde
ilk kez böyle istedim
gardiyanın gelişini görmeyi
ziyaretçin geldi , demesini
bilmiyorum,bilemiyorum
sen dışarıdasın
ellerin kavramıyor parmaklıları
senin gözlerin
uçan kuşlara özlemle bakmıyor eminim
sen dışarıdasın sevgilim
tek farkımız
sen içinde besledin düşüncelerini
bense tarif ettim
özledim seni, çok özledim
bilirmisin çok acı çektiren özlemi
görürmüsün hayalinde beni
seni görmek istiyor gözlerim
sarılmak istiyor kollarım
boynuna sımsıkı
ayrılmamacasına
sesini duymak istiyor kulaklarım
ne olur gel
avunmak istiyorum seninle
gel anlat bir tanem
neler oluyor
bir ben kaldım geride
ölümden bile uzak
senden bile uzak
sana ulaşmak o uzaklardan
duvarları aşmak
öyle zor, öyle zor ki
on sekiz yıl oldu buradayım
on beş gün oldu seni görmeyeli
bugün tam on beşinci gün

Zühre


2.

2.

Duvar örmeye çalışıyorum
Aramıza
Ama
Sorun
Ne duvar
Ne tuğla
Sorun harçta

Zühre

1.

Bu son hareketi kalemimin
Uyuyacağım
Dolu çöp sepetim
Yavaş yavaş demir alıp
Uykuya dalacağım
Bu düşünce faslından
Neler geldi geçtiyse aklımdan
Akreple yelkovanın tıkırtısı sildi tümünü
Bütün o fasıldan Şu okuduğun şey arta kalan

Zühre

MODA

Geri kafalılar don giyerken kıçına
Sen şeyini hapsetme , koyma bezin içine
Dışının görüntüsü içinin aynasıdır
Açıl kızım utanma bu devrin modasıdır !!!

Artist ol ,film çevir.Adına yıldız derler
Bin kez kürtaj yaptırsan yine sana kız derler
Çıplak ressim çektirsen ne şahane poz derler
Dışının görüntüsü içinin aynasıdır
Açıl kızım utanma bu devrin modasıdır ...

Flörtlerinin sayısı en az beş olmalı
Kimisi halis züppe kimisi keş olmalı
Kürk manton, taksin hepsi beleş olmalı
Dışının görünüşü içinin aynasıdır
Açıl kızım utanma bu devrin modasıdır...

1957 Bahadır GÖDEK

Tuesday, February 27, 2007

TANRILARIN EVİ

Tanrıların Evi

O koca destanı, İlyada'yı okumuş olsaydınız eğer, belki bir gün İda dağina gidip Zeus tapinagini arayacaktınız.


Ida dağının kırkayağı andıran tepelerinde dolaşmanın sadece karşı koyulmaz bir merak duygusundan öte insanın kendi iç benliğine yaklaşmanın bir biçimi olduğunu düşünüyorum.

İlyada taniklik ettiği tarihe hiç aldırmayan şiirselliği ile büyülü mekanlar sunarken aynı zamanda bu gizemin sınırlarını keşfetme fırsatını da sunar...

Tanrılara insansı karekterler verilen antropomorfist Antik Yunan'da, Yunanistan'ın en yüksek noktası olan Olimpos dağı Tanrıların yurdu olarak kabul edilmişti. Üçüncü kuşak Yunan Tanrılarının babası olarak bilinen Zeus, çoğu kendi oğulları ve kızları olan kalabalık bir tanrılar grubuyla burada yasardı.

İnsanların en çok açlıktan korktukları bu dönemlerde kuraklık, ve kıtlık yağmur ile bağlantılıydı. Yağmur ise bulutlarla birlikte gökyüzünden geliyordu. Belkide bu sebeble insanlara her türlü nimeti sunmaya hazır tanrılar, göğe en yakın noktada, dağların zirvesinde yaşarlardı.

Yunan mitolojisinde "çok pınarlı" veya "ana" İda isimleriyle geçen bu dağa, Anadolu'da bugün Kaz Dağı denilmektedir. Edremit Körfezi'nin kuzeyinde bir dizi dağın en yüksek noktasıdır İda dağı... Homeros'un anlattığı çağda, yüksek dorukları bulutları delen, kayaların arasından binbir pınarlar fışkıran, ormanlarında arslanların ve parsların dolaştığı yemyeşil bir dağmıs. Öyle kocaman ve güzelmiş ki, tanrılar Olimpos'tan kalkıp İda'ya ziyarete gelirlermiş.

Yunan mitolojisi, İda'da geçen bir çok olayla doludur. Efsaneler, tanrılar tanrısı Zeus'un tapınağının ve güzel kokulu sunağının İda'nın zirvesinde Gargaron'da olduğunu söylüyor. Homeros, Gargaron'u İda'nın zirvesi olarak yorumlarken Strabon, İda'nın yüksek kısımlarında Gargaron denilen bir yer olduğuna işaret edip, bugünkü Arıklı Köyü yakınında bir Aiol kenti olan antik Gargaron'un adını buradan almış olduğunu belirtir.

Günlerden bir gün altın yeleli, tunç ayaklı atların çektiği arabası ve işlemeli altın kamçısıyla Zeus ünlü Troia savaşını seyretmek için İda'nın zirvesinde Gargaron'daki tapınağa gelir...

Bir zamanlar Troia Kralı Priamos'un oğlu Paris'in hakemlik yaptığı o ünlü güzellik yarışmasına ev sahipliği yapmış olan İda Dağı, bugün de konukseverliği ile sizi karşılar.

Yolunuz bir gün idaya düşerse Aphrodite'in tanrıçalar arasında en güzel seçilmesinde büyük katkısı olan Skamandros Nehri'nin (Küçük Menderes) kaynağını bulmadan dönmeyin. İda'nın eteklerine yakın bir yerden çıkar Skamandros. Akha'lı ünlü komutan Akhilleus'u önüne kattığı gibi kovalayan işte bu Skamandros'dur. Herakles'in çok susadığında elleriyle kazıyıp çıkardığı, buz gibi suyundan için. Ay ışığında saçlarınızı yıkayın Skamandros'da; altın sarısı olacaktır renkleri... Aphrodite, güzellik kraliçesi olmadan bu sularda yıkandı, tüm Troia kızları gibi.

Yolunuz bir gün İda'ya düşerse zirvesine mutlaka çıkın, derin bir soluk alın orada. Binlerce yıl geçmişten binlerce yıl geleceğe uzanan tarihtir soluduğunuz İda'da. Tanrılar tanrısı Zeus, şu an sizin bulunduğunuz yerden seyretti ünlü Troia savaşını. Yüzünüzü Troia kıyılarına çevirin, bin yıllar önce Akha ordusunun yaktığı ateşin sıcaklığını hissedeceksiniz. Patlamaya hazır bir savaşın habercisidir bu ateşler. Bu savaş, Anadolu'nun en eski şehirlerinden biri olan Troia'nın sonuna sebep olacaktır. İda Dağı, o günden bugüne bütün sessizliğiyle bu olayın tek görgü tanığıdır. O da bütün görgü tanıkları gibi soru sorulmadıkça konuşmaz. Onu konuşturabildiğinizde Hektor ile Andromakhe'ın tüyler ürperten hikayesiyle karşılaşırsınız.

Toros Dağları eteklerinde Kilikya bölgesinde bir kralın kızıdır Andromakhe. Akhilleus'un savaş meydanında boğazına kargisini sapladığında Hektor kocasıdır onun. Troia'nın yüksek surundan atılarak ölüme mahkum edilen bebek onun oğludur. Akha'lıların şişkin karınlı bebekleriyle şimdi köle pazarına götürdükleri onun kendisidir. Kulağınızda çınlayan Andromakhe'nin feryadıdır İda'da..,

İnsanı ürperten derin sevdasıdır Andromakhe'nin Hektor'a duydugu. O koca destanda, İlyada'da yakalayabileceğiniz belkide tek gerçek sevgidir bu... Bu sevgiyi içinizde derinden hissetmek isterseniz eğer, yolunuz bir gün mutlaka İda'ya düşecektir biliyorum. İşte o gün, günlerden bir gün, yüce İda sırlarını size yanlız size açacak ve kulağınıza bin yıllar öncesinden gelen bir gizemi ve aşkı fısıldayacak. Başkalarının bildiği ama anlamadığı, hissetmediği... Tanrıların evini ziyaret ettiğiniz o gün, İda'yı onurlandırdığınızda, kendinizle ilgili bir şeyleri keşfettiğinizde, tanrıların ruhunuzu beslediğini hissedeceksiniz.

sevgiyle...
gül bahçesi / ZDG

Saturday, February 17, 2007

YAŞASINNNNNNN...FARE DELİĞİNDEN ÇIKIYOR GALİBA

Uzun bir süredir yazmıyorum.Yazmaya cesaretim yoktu.Korkak bir fare gibi kapana girmemek için deliğime saklanmıştım.İtiraf etmek gerekirse halen deliler gibi korkuyorum.İnsanın korkularını yenebilmesi için , korkularıyla yüzleşmesi gerektiğni bilmeme rağmen yüzleşemiyordum bile...Farkındalığı yüksek bir korkak fare olmak ise gerçeği değiştirmiyor malesef.

Yıllar geçtikce bu katmerlendi ve geriye dönüp baktığımda elime kalemalıp yazmayalı tam on beş sene olmuş.En son Hürriyet Ankara da yazıyordum ki bu üniversite yıllarımın başına denk geliyordu. Tipik bir Koç burcu gibi çabuk sıkılma arsızlığımıydı yoksa daha o zamanlar küçücük bir çocuk olduğum için ne yaptığımın farkında olmadan çocuk cesareti ile 12 yaşında koskoca İş Bankası Edebiyat ödülünü alabileceğimi düşünüpte aday olabilirmiydim? Oldum işte ve ödülü de aldım. İş Bankası kitabımı bastı. Telif haklarını satın alarak... Aslında halen çocukluğumda gördüğüm bir rüya gibi . Ödül töreni, aldığım büyük ödül , televizyon ve gazete röpörtajları ve imza günleri. Kitabını rafta görmek tarifi çok çok zor çok büyük bir gururdu. Aldığım ödülün , edebiyat camiasında önemli bir ödül olduğunu yıllar sonra Latife Tekin aldığında ve Hürriyet de işe başlıyacağım zaman anladım.

Bir sonraki sene Celal Bayar Ödülünü aldığımda 15 yaşındaydım bu sefer bir araştırma yazısıydı Pisikolojik ve sosyolojik Gençliğin Sorunlarına Çözümler adıyla ilintili ekindeki mektupdan dolayı babam ödül almama rağmen bir sene benimle konuşmadı. Sonraki sene bir ödül daha aldım.Nilüfer Gürsoy, Celal Bayarın kızı büyük bir ödül töreni düzenledi ve arkasından dönemim Milli Eğitim Bakanı ve Müfettişleri ile toplantılar yapmaya başladığında bu toplantılara beni de davet ettiler.Henüz Celal Bayar Üniversitesi kurulmamıştı.Bu toplantılar eğitim sistemi için çok önemli toplantılardı ve fikirlerimi dikkatle dinliyorlardı. Bilemezdim ki o toplantılar da konuştuğumuz sistemin hepimize , o dönemin gençliğine kapılar açacağına.Özel üniversiteler iki veya üç sene sonra açıldı.

Çok küçük yaştan beri çılgın gibi kitap okuyan bir çocuktum.Ama sadece çocuk klasikleri filan değil fransız klasikleri, dünya liste kitaplarını,Nazım Hikmeti , Cumhuriyet Gazetesi, Milliyet Sanat okurdum.Uğur Mumcu, İlhan Seçuk ve Cumhüriyet Pazar yazıları favorilerimdi ve 12 Eylül ihtilalinde 9 yaşında bir kız çocuğuyla babasının kavgası NazımHikmet okumaması gerektiği olması tuhaftı. Bütün kitaplarımı annemle babam yok ettiler. Aslında kendileride Cumhiriyet okurken tuhaf gelmişti ama Gün Sazak bir gece evimizin ve gözümüzün önünde vurulduğunda çok sorgulamadım artık.Çoçuktum ve Enid Blyton okuyabilirdim.Tüm serisini bitirdim bayılarak...Okunması gereken tüm çocuk kitaplarını okudum.Geceleri annem sigortayı attırmasına rağmen yorganın içinde fenerle okudum.Sonrasında da hiç bir şey ayırt etmeden elime geçen her şeyi okur olmuştum Barbara Cartland ve beyaz diziler dahil.


Geriye dönüp baktığımda biraz tuhaf bir çocuktum şimdiki yeni çağ farkındalığı ile indigo da olmuş olabilirim diye düşünüyorum.Çünki yazmayada tuhaf bir şekilde karar verdim.İlk okul üçüncü sınıf itibari ile özel ders alan tembel bir öğrenci olan ben ortaokul birinci sınıfta başladığım ve liseden mezun oluncaya kadar özel ingilizce hocalığımı yapan Birgül e elimde Milliyet Sanat Dergisiyle gittiğimde 11 yaşımdaydım.Dergide ilanı görmüş ve bu yarışmaya katılmaya karar vermiştim.Birgülün şaşkınlığını halen unutmam.Yazabilecekmisin, eminmisin ? dediğinde yazarım ama daktilo edemem , sen edermisin benim için dedim.Sonraki üç sene boyunca editörlüğümü yaptı.Bana güvendi ve hiç yanlız bırakmadı.Ödül aldığımı babam ve annem gazeteden öğrendiler.İlk yazdığım yazımdı ve ödül almıştım daha ne isterdim ki..?

Gazeteci - yazar olmak isterdim.İstediğim pek çok şey gibi olmadı.Babam çok okuyan ve egitime çok inan bir ailenin oğlu olarak eğitimde kurumlara inanıyordu.İyi bir gazeteci olmak istiyorsam , tüm iyi gazeteciler hukuk mezunu olduğu saptamasına vardığından hukuk okumam gerektiğini söyledi. İki sene denedim hukuğu kazanabilmek için ama malesef başaralı bir öğrenci değildim, kazanamadım.Babamın hiç mi hiç eğitimine inanmadığı özel üniversite sisteminin bir üyesi oldum. Eee boşuna dememişler büyük konuşmıyacaksın başına gelir diye .... :)

Benim gazetecilik hayallerim suya düşmüştü.

Ama pes etmedimmmmmm. Gazetede yazacaktım,sevdiğim işi yapacaktım.Ankaradaki ikinci senemde hafta sonları yapacak bir şey bulamıyordum ve çok sıkılıyordum.İlk seneki çılgın eğlence yerini rutin Ankara gündüzlerine ve gecelerine dönmüştü ve ne yapsamda aynı günüi yaşamasam diye düşünürken Hürriyet de çalışmaya karar verdim.Hergün israrla Ankara Hürriyeti aradım ve üç ay boyunca elemana ihtiyaçları olmadığını söyleyen aynı bey konuştum.Telefondaki erkek sesi benim sesimi duymaktan sıkılmış olsa gerek ki beni başından savmak için Cinnah caddesindeki merkez ofisteki biriyle görüştürmek üzere randevu verdi.

Görüşmeye gittiğim bey bana neden bu kadar israrcı olduğumun cevabını merak ettiklerini söyledi.Anlattım, hikayemi duydukça şaşırdı ve etkilendi.İşBankası edebiyat ödülü olan birisini mutlaka Hürriyet de çalıştırmak istediğini söyledi ve Beni işe aldı.Gerçekten de boş kadro yoktu , beni geçici olarak spor servisinde stajyer olarak iş başı yaptırdı.Tayfun Abinin bu kararı Meriç Abi için şok olmuştu.Sonradan öğrendim ki benimle üç ay telefonda konuşan erkek sesi Meriç Abiye aitti ve kendisi spor servisinin başındaydı.Spor servisinin tek bayan elemanı 19 yaşındaki bendenizdi.O tarihte Ankaradaki hiç bir spor servisinde bayan eleman olmadığı için Ankara Spor Yazarları Derneğine bağlı çalışan her muhabir Meriç Abiyi arayıp yanında doğru düzgün küfür edemiyoruz işten çıkarsana şu kızı diye özel telefon açıyordular.Meriç Abide durumdan pek memnun değildi.Spordan anlamayan kızla uğraşmak ona kalmıştı.Her hafta yeni bir umutla başka spor dalını bana öğretmeye çalışıyordu.Bende hiç bir şey anlamadığım spor müsabakalarını yazmaya çalışıyordum.İki ay sonra bir gün Meriç Abi beni ritmik cimlastik avrupa şampiyonasına göndermişti açıkcası uzun zamandır anladığım bir branş çıkmıştı allahtan istediğim gibi yazabilecektim.Futbol,hentbol,voleybol eskirimden sonra ilaç gibi gelmişti.Büyük bir hevesle gazeteye döndüm ve yazmaya başladım. Yazarken bir bey geldi okudu yazıyı fazla ciddi yazıyorsun burası Cumhuriyet değil, Hürriyet dedi.Cumhuriyet hayranlığım orada da nüksetmişti.Bence başlığı değiştir dedi.Daha okunacak, dikkat çekiçi bir tarz olsun dedi .Siz ne yapardınız dedim.Söyledi ,Yazdım.Bir saat sonra Meriç abi beni çağırdı.Erol Yaşar a ne yaptın ?dedi. O kim? dedim. Ankara Bölge Müdürüymüş Erol Yaşar ve bana bayılmışşşşş.... O günden sonra tüm yazılarım imzalı çıktı, bir fotografçım oldu ve spor sayfası yerine artık Hürriyet Ankara da Ankara ekinde yazıyordum üstelik bir arabada gazeteden beni okula kadar bırakıyordu.Çalışma günlerim artmıştı. Okuldaki devamsızlığımda...

Erol bey benim basın kart almamı, TRT nin sınavlarına girmemi ve Sedat Simavi Basın yayın okula gitmemi istiyordu. Gazete de yıllardır çalışan Basın YayınYüksek okulu mezunu onlarca insan varken ve hepsi benden nefret ediyorken bu karşıma çıkan büyük bir fırsatdı benim için
aynı zamanda hayellerimin gerçekleşmesine çeyrek kalmış gibiydi ançakkkkkkkk ....

Bütün bunlardan babamın haberi yoktu tabii ... Hürriyet de yazdığımı ve gazetede çalıştığımı bile bilmiyordu.Okula ve bana dünyanın parasını veriyordu. Kızardı diye düşündüm. Belki de kızmazdı ama ben önyargılı davranıp, saklamıştım babamdan her niyeyse ????

Devamsızlıktan dolayı atılmama 15 dakika kala Hürriyetten istemiyerek ayrıldım. O günden sonrada yazmadım.Tam onbeş sene önceydi bu tarih , şu an otuzbeş yaşındayım.

Bugün eskisi kadar iyi yazamıyacağım korkusu ile tek kelime yazamayan bir korkak fare olarak ben deliğimden çıkmak istemiyorum aslında ama ZeyNO ve Ahmet o kadar tekrar yapabileceğime inanıyorlar ki ...

Onlar için denemeye karar verdim. Bu blogg dan sesiz sedasız ondan şundan bahsederek aklıma gelen her konuda şeffaf bir şekilde en sevdiğim şeyi yapmaya çalışıyım dedim.En sevdiğim yemek makarna olduğu için ve de olduğum gibi olacağım için Blogg um adını Saydam Makarnalar koydum. Kendileri aynı zamanda bir yazımında Başlığıydı seneler önce...

Korkak Farenin hikayesi işte böyle ...

Saydam Makarnalar için Zeynep ve Ahmet e teşekkür ederim.Onlar olmasa cesaret edemezdim.Her an tekrar, fare yuvama geri dönebilirim . Garanti veremiyorum ama sizlere itafen açılışı yapmış bulunuyorum.

Beni destekleyen,okuyan,okuyacak olan ve seven, sevecek olan herkesi kocaman , dünyalar kadar öpüyorum :)

Sürçü - Lisan edersem şimdiden af ola.

Sevgiler,,,